27 Temmuz 2012 Cuma

Kavafis – Şehir



Konstantinos Kavafis
Constantine P. Cavafy
Κωνσταντίνος Π. Καβάφης
Konstantin
Konstantinos Petrou Kavafis
Kavaphes


29 Nisan 1863’te İskenderiye’de başlayan yaşantısı, 29 Nisan 1933’te yine İskenderiye’de son bulan şair… Ailesi İstanbul kökenli de olsa, yaşamının bir bölümünde İngiltere’de yaşamış da olsa, hatta şiirleri ilk defa Yunanistan’da yayımlanmış da olsa; yine dönüp dolaşıp aynı şehre gelmesi, bu şehirde yaşlanıp bu şehirde ölmesi ve bu yazıya konu olan bu şiiri yazması, bana sıradanlaştırılmaması gereken ayrıntılarmış gibi geliyor.

Yıllarca Ezginin Günlüğü’nden dinlediğim Şehir şarkısının sözlerinin sahibi olduğunu öğrendikten sonra tanımaya başladım onu. Dilimizde –benim bulabildiğim- iki farklı çevirisi olan, 1910 yılında yazdığı bu şiir, beni bu yazıyı yazmaya itti.

Kendisini “yaşlılığın şiiri” olarak tanımlıyor. Çünkü içlerinde 'İthaki' adlı en bilinen şiirinin de bulunduğu birçok önemli şiirini kırkından sonra yayımlamış.

Konumuz sadece bu şiir olduğu için, hayatıyla ilgili çok fazla ayrıntıya girmiyorum. İlgilenenler için yazının sonuna birkaç bağlantıyı ekledim. Çok şey yazmak istemiyorum zaten. İstediğim sadece bir şarkı-şiir bağlantısıyla buluşturmak. 

Habib



Herkül Millas ve Özdemir İnce’nin çevirisi:

            Kent

            “Başka diyarlara, başka denizlere giderim, dedin.
            Bundan daha iyi bir kent vardır bir yerde nasıl olsa.
            Sanki bir hükümle yazgılanmış bir çabam;
            ve yüreğim sanki bir ceset gibi gömülmüş oraya.
            Daha ne kadar çürüyüp yıkılacak böyle aklım?
            Nereye çevirsem gözlerimi, nereye baksam burada
            gördüğüm kara yıkıntılarıdır hayatımın yalnızca 
            yıllar yılı yıktığım ve heder ettiğim hayatımın.”

            Yeni ülkeler bulamayacaksın, bulamayacaksın yeni denizler.
            Hep peşinde, izleyecek durmadan seni kent. Dolaşacaksın
            aynı sokaklarda. Ve aynı mahallede yaşlanacaksın
            ve burada, bu aynı evde ağaracak aklaşacak saçların.
            Hep aynı kente varacaksın. Bir başka kent bekleme sakın,
            ne bir gemi var, ne de bir yol sana.
            Nasıl heder ettiysen hayatını bu köşecikte,
            yıktın onu, işte yok ettin onu tüm yeryüzünde.
                                      
Cevat Çapan’ın çevirisi:

           Şehir

           'Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim', dedin
           'bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
           Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
           -bir ceset gibi- gömülü kalbim.
           Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
           Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
           kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
           boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.'

           Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
           Bu şehir arkandan gelecektir.
           Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
           aynı mahallede kocayacaksın;
           aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
           Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
           Başka bir şey umma-
           Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
           öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.

Ezginin Günlüğü’nün sitesinden aldığım, şiirin bestelenen kısmının çevirisi:




 
İskenderiye'deki evi...




 

11 Temmuz 2012 Çarşamba

İçimdeki Fırtına

Açılışı “Masal zamanlar”da kalmış bir aşk hikayesiyle yapayım istedim. Bazılarının ilk defa duyacağı bu hikaye, okurken şaşırtmakla birlikte, Melih Kibar’ın temennisiyle bütünleşince, bir garip dokunur içime.

Çiğdem Talu ve Melih Kibar’ın aşkı, o zamanlarda hoş karşılanmayacak birçok durumun bileşimi gibidir. Melih genç bir öğrenciyken ondan 12 yaş büyük olan Çiğdem. Toplumsal sınırların keskince belirlendiği, “kim olduğu bilinmeyen” atalardan kaldığı iddia edilen adetler, genellemeler, yasaklar, ayıplar… Bir derin ah çekerek okumaya devam ederken siz, ben de yutkunup acıyla, yazmaya devam ediyorum.

Aslında herkes bilir, bir aşkın insanı ne kadar yükseltebileceğini. Koşulların, bir aşkın büyüsü üzerinde hiçbir belirlenimi olamayacağını herkes iyi bilir de… Gene de konduramazlar zorlu koşullar içerisindeki iki insana mutluluğu.

Melih Kibar, yüksek öğrenim için Londra’ya gider. Gemi yolculuğu sırasında, kendi iç sıkıntısının ağırlığı da yükken içinde, bu sıkıntıyı besleyen bir fırtına çıkar. Büyük, ürkütücü, bir sevdalı yüreğe “bir daha görüşememe” acısı salacak kadar kuvvetli bu fırtına; bu destansı hikayenin de baş kahramanı olacaktır.

Geminin içinde dolaşırken bir piyano ile yolları kesişir; özlem, ayrılık, umutsuzluk, keder; sanki tüm duygular gürleyen gökle birlikte üşüşür Melih’in yamacına, tüm coşkulu duyguların da yardımı ile bir beste yapar ve besteyi kaydeder. Kaydı da babasıyla birlikte İstanbul’a, özlem dolu duygularının öznesi, Çiğdem Talu’ya gönderir. Ancak besteyi hangi koşullar altında ve hangi duygulardan geçerek yaptığını belirtmez. Bir süre sonra Çiğdem’den bir mektup alır. Çiğdem besteyi çok beğenmiş ve o coşkuyla şu sözleri yazmıştır:

“Gün ağarırken, tek başıma oturmuşsam
Henüz daha gözlerimi bir an bile yummamışsam
Sen yoksan yine, bense yorgun ve yalnızsam
Hele bir de, bir de canım hasretine kapılmışsam
Ve gözümde tütüyorsan buram buram

İşte o an bir fırtına kopar
Sanki o an yer yerinden oynar
Hoyrat bir rüzgar eserken
Sallanan gemi misali
Sallanır durur içimde dünya

Son ışıkları sönüyorsa sokakların
Yeni bir gün giriyorsa penceremden yavaş yavaş
Sen yoksan yine, bense suskun ve bitkinsem
Hele bir de bir kadehin gölgesine sığınmışsam
Ve yılların hesabını şaşırmışsam

İşte o an bir fırtına kopar
Sanki o an yer yerinden oynar
Külrengi bir akşam vakti
Kaybolan renkler gibi
Kaybolur gider gözümde dünya

İşte o an bir fırtına kopar
Sanki o an yer yerinden oynar
Bir koca çınar dalından
Savrulan yaprak misali
Savrulur gider güzelim dünya.”

Melih Kibar ağlayarak Çiğdem Talu’yu aradığını anlatıyor, telefonun başında bağlantıyı 9 saat bekleyerek… ve şöyle sesleniyor, bana, bize, hepimize: “Bu, başka bir şeydir.. Allah insanlara bunu yaşatmalı; bu, çok özel bir şey. Ondan sonra herkes Çiğdem Talu - Melih Kibar olarak bizi görmeye başladı, Çiğdem dendiği zaman Melih, Melih dendiği zaman Çiğdem’dik biz...”

“Masal zamanlar”da kalmış, iki söz bir melodiyle doğan ve hâlâ ölmeyen bir aşkın hikayesi bu yazdığım. “İçimdeki Fırtıya”yı dindirmez belki böylesine sevdalı hikayeler, belki tüm umudunu yitirdin okurken sen de. Bir masal gibi geliyor belki tüm bu yaşananlar. Olsun. Ben yazdım. Onlar yaşadı. Bu masalın tüm hissesi buradadır belki. Kim bilir, bilemem.

5 Temmuz’12
00:08
Özge







24 Ekim 2011 Pazartesi

Masal Zamanlar

Çocukluğumdan beri, masalları çok severim, masallarla yaşamayı da çok severim. Masallar size, en samimi en içten sevgileri anlatırlar. Masallar, umut etmeye çağırırlar sizi. Dersler alınır, dersler verilir. Masallarda dışlanmazsınız; herkesin, hepimizin kendi için alacağı bir pay vardır orada. Masallar yargılamaz, masallar ötelemez, masallar yalnızca güzelliklere davet eder. Benim çocukluğumdakiler bu güzellikteydiler en azından…


 Masal Zamanlar’a gelince… Masal Zamanlar, bizim gönderdiğimiz bir davet aslında. Masallara inananlara, umudu taşıyanlara, sevmeyi bilenlere; vefanın güzelliğine, paylaşmanın coşkusuna kapılıp giden insanlara bir sesleniş. İşteş eylemlerle çoğalalım, bildiğimiz yoldan gidelim; sesle değil, sözle seslenelim istedik. Ferit Edgü’nün dediği gibi: “Kendi benzerlerimizi bulmak için yazdık. Bizim dilimizden anlayacak kişiler için yazdık."


Masal Zamanlar, okurken hepimizin yüzünde kimi zaman acı kimi zaman da sevgi dolu gülümsemeler yaratsın. Masal Zamanlar, bize zamanı unuttursun. Her birimiz, ait olduğumuz zamanlara savrulup o zamanlarda yaşayan güzel insanlarla hasbihal edelim istedik. Hoşgeldik, hoşça geldik, dostça geldik.

Özge

Masal Zamanlar deyince…

İçinde bulunduğunuz zamandan, mekândan sıyrılıp bir boşluğa sığınmak istersiniz kimi zaman. O boşlukta bir öykü yaratırsınız. Yerine göre, bazen öykünün anlatıcısı bazen öykü kişilerinden biri olursunuz. Bir an gelir; kurup içine sığındığınız, boşlukta yüzen öykünüzü genişletmek istersiniz. İşte o anda; şimdiki zamandan ve içinde bulunduğunuz çevreden farklı öğelere ihtiyaç duyulur. Daha tanıdık geldiğinden midir; şimdiki zamanı, tamamen yok saymak için midir bilmiyorum.

Bir şarkı çalınır kulağınıza; o ana kadar hiç aklınızda olmayan bir film izlersiniz; daha önce hiç fark etmediğiniz, yeni bir yer çarpar gözünüze; bir geçmiş zaman kişisi, tesadüfen elinize geçen kitabın satır aralarından el sallar size… Öykünüzün olayı, mekânı, kahramanı oluverir, tüm bu yeni karşılaştığınız eskiler.

-Eski kelimesinden, sözlüklerdeki ilk anlamı çıkaramıyorum her zaman. Eski, deyince aklıma ilk önce kalıcılık, bitmemişlik geliyor. Şimdiki zamanda neyin yetmediğini bilmiyorum. Eski olan her şeyi değilse de birçok şeyi, daha fazla seviyorum.-

Yeni karşınıza çıkan bu eskileri; öykünüzün olayı, mekânı, kahramanı yaptıktan sonra geriye son adım kalıyor: Öyküyü masalsı öğelerle olağanüstüleştirmek… Masalsı öğeler, öyküyü yaşanan zaman ve mekândan sıyırmamız; öykünün boşluğu hak etmesini sağlamamız için önemli. Son adımı da attıktan sonra “masal zamanlar” başlıyor. Kimler yaşamıyor, neler yaşanmıyor ki orada… Masal Zamanlarda…

Bu blog, boşluğa sığınmak istediğimizde ihtiyacımız olan öyküyü kuracak öğelerle tanışmaya çalışmak için var. Öyküyü “masal zamanlar”a taşımak, herkesin kendine kalmış. Eskiye dair sevdiğimiz, beğendiğimiz, ilgimizi çeken, hayranlık uyandıran ne varsa burada olacak. Hatta bazen çok büyük bir sevgi beslemesek de “bunu da koyalım be!” dediklerimiz bile...

Sevgiyle…

Habib